Anasayfa
Hakkımızda
Eğitim Felsefemiz

Eğİtİm Felsefemİz

Her şeyin bir “nedeni”,  yâni sebebi veya sebepleri bir de“niçini” (ne içini) yâni amacı veya amaçları (sonuç veya sonuçları) vardır.

“Neden” ve “niçin”ler arasındaki ilişkinin, somuttan soyuta giden, nesnellik kadar öznelliğe de önem veren, niceliksel olduğu kadar niteliksel açıdan da değerlendirilebilen, yakından uzağa bir seyir takip eden ölçüde olması beklenir. Bu ölçülerdeki sebep sonuç ilişkisi, başarıyı çok yükseklere ve hatta zirvelere çıkartabilir.

Özellikle, insanın yaptığı faaliyetlerde “neden ve niçinler”, yukarda ifade edilen ölçülere ne kadar çok uygun olursa, muvaffakiyet/başarı o kadar güzel olur, denebilir. Bir misal olmak üzere, insanoğlunun beslenmesini, yukarıdaki ifadelerin ışığında tahlil edebiliriz. Evvela şunu belirtmek gerekir ki, insan dışı bütün varlıklar, diğer davranışlarında olduğu gibi, beslenme davranışlarında da yaptıklarının “bilincinde” değillerdir. Onlar, tabiri caizse “içgüdüsel” olarak (insiyakî) veya bir başka ifade ile programlanmış olarak beslenme faaliyetlerini icra ederler. Ancak insan, “şuurlu” olarak beslenme faaliyetini yerine getirir veya öyle olması beklenir. İnsan; yiyip-içmek, aksırıp-tıksırmak ve sadece hayatta kalmak için beslenmez/beslenmemelidir veya beslenme faaliyetini yerine getirirken, “niyetini” ve “iradesini” olması gereken şekilde devreye sokmalıdır. O hâlde insanın öncelikle “neden”, yâni “hangi sebeple” ve “niçin” yani “hangi amaç için” yemek yemeliyim sorularını, “olması gerektiği” şekilde cevaplandırması gerekir.

İnsan yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemek yemelidir. Yaşamak için yemekten maksat ise, hayatta kalıp hem insanlara ve hem de diğer bütün var olanlara faydalı olabilmek, yardım edebilmektir.

Beslenme ile ilgili yukarıda ifade etmeye çalıştığımız, önce niyet ve iradenin olması gerektiği yönündeki üslûbu ve muhtevâyı, varlık sebebini bilen bir insan olarak, alıp verdiğimiz her nefese, attığımız her adıma ve yaptığımız bütün işlere tatbik edebilir, uyarlayabiliriz.

Felsefeyi ve eğitim felsefesini anlatırken, anlam kaymalarına sebep olmamak ve konunun daha iyi anlaşılmasını temin edebilmek için özetle felsefe kelimesinin etimolojisine bir göz atmanın pek çok faydaları beraberinde getireceği kesindir.

Felsefe bilindiği gibi iki kelimenin birleşmesinden meydana gelmiştir. Bunlar “filo” ve “sofia” kelimeleridir.

Filo sözü sevgi anlamına gelmektedir. Birçok terimler bu sözden türetilmiştir. Filarmoni (ahenk sevgisi), filantropi (insan sevgisi), filoloji (lisan sevgisi), filotekni (teknik sevgisi)kelimelerini misal olarak verebiliriz.

Sofia kelimesi ise bilgelik manasına gelmektedir.

Yukarıdaki kısa izahtan da anlaşılacağı üzere felsefe kelimesi bilgi sevgisi, bilgiyi sevmek anlamına gelmektedir.

Felsefe ve filozof kelimelerinin kullanılmaya başlanmasından önce bilgiye hâkim olma, bütün bilgileri bilmeye sofos ve bu işle meşgul olanlara da sofistos denilmekteydi. Platon’a göre ilk defa sofos olduğunu söyleyen ve böylece sofistos olan Tales (624–546) olmuştur. Tales'ten sonra gelen Pitagoras (570–494?) insanların her şeyi bilmelerinin zaman, kapasite ve bilginin çokluğu açısından mümkün olmadığını fark etmiş olacak ki bilgiye hâkim olmak gibi çok iddialı olan sofos kelimesinin yerine bilgiyi seven, bilgiyi sevmek anlamında felsefe (filo sofia) kavramını kullanmayı tercih etmiş ve de kullanmıştır. Öte yandan filozof kavramını icat eden Pitagoras’a göre bilginin tamamını bilmek, ona sahip olmak ancak tanrıların gücünün yeteceği bir iştir.

Osmanlı Türkçe’sinde ve Arapça’da felsefe ve filozof kelimesinin karşılığı olarak hikmet ve hakîm kelimeleri kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerimdeki “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (K.Kerim 2/269) ayet-i kerimesi bunun ifadesidir.

Filozoflar ve fikir adamları, bilgi kavramı üzerinde uzun uzadıya düşünmüş tanımında yaklaşık olarak ittifak etmişlerdir. İttifak edilen tanım şudur: Bilgi, nesne (objet) ve özne (sujet) ilişkisidir. Nesne, bilgiye konu olan her şeydir. Özne ise bilgi edinen, belli bir idrak seviyesinde bulunan İNSANdır. Bilginin tanımında anlaşmak belli bir noktaya kadar kolaydır. Bilginin kaynağı konusunda işimiz zorlaşır. Gerçekten de bilgiyi tayin eden nesne midir, özne midir, yoksa bunların her ikisi de bilginin oluşumunda esaslı birer rol oynar mı? Bunlardan ayrı olarak, yoksa bilgi nesne ve özneyi aşkın bir kaynaktan mı gelmektedir?

Bu sorulara cevap ararken insanların çeşitli fikir akımlarına, felsefî görüşlere kapıldıklarını görmüşlerdir. Bunca yıllık asırlarla ifade edilen felsefe tarihi bu konuda esaslı belgelerle doludur. Materyalizm(maddecilik), idealizm(ülkücülük), realizm(gerçekçilik) akımları ile benzerlerinin doğuşuna sebep olan hep, bilginin kaynağını bulma konusunda aldıkları tavırdır.

En geniş manada, üç yüz yıldan fazla zamandır dünyayı anlamamıza, bununla istikrarlı davranışlar geliştirmemize yardımcı olan ve artık düşüşteki paradigma olarak nitelendirilen pozitivizmin kökleri, Modern Çağın başlangıcı olarak kabul edilen M.S. 1500 yıllarına dayandığı söylenebilir.

Rönesans’la birlikte Orta Çağ Avrupa’sının dünyayı metafizik bir gözlükten gören hâkim dünya görüşü; tenkitçi, bilimsel bir dünya görüşüne vesile olmuş, yol açmıştır. Bu dönemde Avrupa’nın birçok alanda (din, politik düşünce ve teşkilatlanma/örgütlenme, sanat, iktisadî faaliyet ve de nihayet felsefe) reform yaşaması, bilimde de yeni bir bakış açısının ortaya çıkması ile yakından alakalıdır. Bunu takibeden 17. ve 18. asırlarda yaşayan “aydınlanma dönemi” diye isimlendirilen ve yahut “akıl çağı” da denilen dönem başlamıştır.

Aydınlanma, insan mutluluğunun “doğru aklın” dinî, insanî konulara ve kâinata uygulanması ile elde edilebileceğini varsayar. Bu felsefî akın “Tanrının ellerinde olmaktan ziyade, insanın aklını kullanarak kendisini geliştirebileceğini iddia etmiştir.

Meselâ, Martin Luther, Protestan devrimi ile özelde Hristiyanlığın genelde ise dinlerin reforme edilmesine ait görüşün temelini atmıştır. Bacon, Descartes ve Kant, modern felsefe, matematik ve mantığın şekillenmesine katkıda bulunmuştur. Voltaire ve Rousseau, devletin rolü ve devlet-fert münasebetine yönelerek, günümüz demokrasilerinin temel ilkelerini tespit etmişlerdir. Locke ve Hume, felsefenin temel meselelerini, bilginin ne olduğu ve nasıl üretildiğini yönelterek,  yukarda da ifade edildiği gibi, görgülcülük (empricism) ve gerçekçiliğin (realism) ilkelerini formüle etmişlerdir. Öte yandan Galile ve Newton, pozitivist felsefenin temelini oluşturan bilimsel düşünceye ilk şeklini vermişlerdir.

Onlara göre bilim, pozitiftir. Pozitif kelimesinin kökü, Latince “pose”dir. “Pose” kural, kanun, temel ve ölçü anlamlarını ifade eder. Pozitif ise “kuralı, kanunu konulmuş” demektir. Güzel Türkçe’mizde bunun karşılığı olarak müspet kelimesi kullanılmaktadır. Müspet ise, bilindiği üzere, tespit edilmiş, sabitlenmiş, ölçülmüş veya kuralı konulmuş demektir. Müspet bilim ise kuralı veya kanunu belirlenerek tespitlenmiş bilim anlamına gelmektedir. Bu tanıma göre, Bilim; somut, dolayısı ile sınırları olan, sorup sorgulamak yerine tespit eden, sabitleyen bir karaktere sahip demektir.

Her şeyi ölçmeyi ve sayısal olarak ifade etmeyi zorunlu kılan yukarıdaki felsefî akım, sosyal bilimlerde ve bilhassa insanî bilimlerde, insanı da daima nicel olarak algılamaya çalışmış ve eğitim anlayışını da bunun üzerine bina etmiştir. Beden yönü ile insan, elbetteki, pozitivist açıdan, bilimin konusu olabilir, ama insanın davranışlarında sadece niceliksel özellikler aramak ve niteliksel yönünü ihmal etmek ne mümkün.

Kaldı ki insanı insan yapan niceliksel özelliklerinden öte niteliksel özellikleridir. İnsanın niteliksel özelliklerinin eğitimde dikkate alınmasını söylemekle, niceliksel yönünün ihmal edilmesini söylemek istemediğimiz aşikâr olsa gerek.

Klasik koşullanma yetersiz kalınca edimsel koşullanmanın ve onun yetersizliğinin görülmesi üzerine bilişselciliğin devreye girmesi, insanın sadece niceliksel yönden incelenmemesi gerektiğinin bir ifadesi gibi de algılanabilir.

“Bilgiyi sevmek” veya “bilgi sevgisi” anlamına kullanılan felsefe kelimesinin kavram olarak pek çok tanımı yapılmıştır. Tanımlardaki çokluğun ana sebebi, tanımı yapanın hayat telakkisi ve anlayışı, inancı ve idealleridir demek yanlış olmasa gerek. Mesela varoluşçu filozoflardan Karl Jaspers, “Felsefe ölümün hakikatini kavramaktır” diye tanımlamaktadır. Ona göre felsefe soru sormaktır. Çünkü soru dinamiktir. Cevap ise hiçbir zaman felsefî olamaz Zira cevap statiktir.

EĞİTİMLE İLGİLİ CEVAPLANDIRILMASI GEREKEN HUSUSLAR

Karl Jaspers’ın ifadesine göre; felsefe dinamik ve soru sormayı gerektiriyor ise o takdirde biz de eğitim ile ilgili soruları sorabiliriz.

  • Eğitim hangi varlığa uygulanır ve neden?
  • Eğitimle bir insan nereden nereye getirilebilir?
  • Eğitimin gücü ne kadardır? Eğitilemeyecek insan var mıdır?
  • Eğitilmiş bir insan hangi nitelikleri kazanmış olmalıdır?
  • Eğitim adına da olsa bir insana şu iyi, bu kötü diye bir şeyleri dikte ettirmek onun hürriyetine müdahale sayılmaz mı?

Bu  soruları daha da çoğaltabiliriz elbette.

KALEM’İN EĞİTİM FELSEFESİ VEYA EĞİTİMDEN BİZ NEYİ ANLIYORUZ?

KALEM’in eğitim felsefesini anlatırken, öncelikli olarak eğitimden ne anladığımızı ifade etmek elzem olsa gerek. Şöyle ki;

KALEM EĞİTİM KURUMLARI’na göre eğitim; ferdi ( bireyi ) çelik gibi bir iradeye sahip kılarak; duygusal açıdan dengeli ve kontrollü yaparak; duygu, düşünce ve davranışlarını tenkit süzgecinden geçirip fikirlerinde istikrarlı olacak entelektüel seviyeye ulaştırarak; psikolojik açıdan kabiliyet ve kapasitesini son safhasına kadar geliştirerek; sahip olduğu kültürü özümsetip millî olandan evrensele doğru yol almasını temin ederek; kendisi ve içinde bulunduğu toplum için, plânlı ve programlı bir şekilde, geleceğe yönelik, olgunlaştırma ve yetiştirme sürecidir.

Yukarda ifade edilen tanıma göre, eğitim sadece insana mahsustur. Yegâne eğitilebilecek varlık insandır. İnsan dışı varlıkların yani hayvanların şartlandırılarak bir takım davranışları yapabilir hâle getirilmesi faaliyetlerine, günümüz Türkçe’si ile “yetiştirim”, Osmanlı Türkçe’si ile “tedrîb” ve İngilizce karşılığı olarak “dressage” denilmesi gerekir.

Maalesef “galat-ı meşhur, lügât-i fasihten evlâdır” fehvâsınca, hayvanlara yapılan faaliyetlere de “eğitim” diyenler bulunmaktadır. Bunun altında iki husus olabilir. Birincisi; insan ile hayvan arasında ancak derece farkı olduğunu kabul ve iddia etmek veya ikincisi; en kibar ifade ile insan ile hayvan arasındaki farkı bilmemek, yâni cehâlet.

Türk eğitim felsefecilerine göre, “Eğitilemeyecek insan yoktur ancak nasıl eğitileceği bilinmeyen/bilinemeyen insan vardır.” Binaenaleyh, bu anlayışa sahip olan Türk İslâm eğitimcileri asla kötümser/pesimist değildirler.

Bu konuda bizler de eğitimin gücüne inanırız. Çünkü insan ancak eğitimle, olgun insan olur. Elbette ki eğitim faaliyeti ile insanda olmayanı vermek kabil değildir. Fakat insanda var olanları olumlu hâle getirmek, olgunlaştırmak, geliştirmek elbetteki mümkün, hatta kâbildir. Zaten bizler de, eğitimle daima olgunlaşmayı ve gelişmeyi esas almaktayız.

Yukarda ifade edilen tanım esas alındığında, böyle bir faaliyet (eğitim) ancak insana hastır. Zira sorumluluğumuzun kaynağı olan “irade” ve entellektüel yönümüzün kaynağı olan“zihnî özellikler”, ancak insanda vardır. İnsan dışı hiçbir varlıkta bu özellikleri bulmak mümkün görünmemektedir.

Öte yandan, aldığı eğitimle kendisini terakki ettiren ve öğrendiklerini yorumlayarak var olandan hareketle yeni bir şey meydana getiren veya oluşturan olan yegâne varlık da insandır. Arılar ve benzeri varlıklar örnek verilecek olursa, bu yaratıklar ne kadar organize olursa olsunlar veya organize olmuş gibi görünseler de, hiçbir zaman ne bulundukları durumu geliştirmeyi ve ne de olayların sebeplerini keşfedip sonuçlarına etki etmeyi becerebilirler. Hatta eserlerinden ve yaptıkları ürünlerinden bile bîhaberdirler. Yâni, eserine yabancılaşmışlardır. Yabancılaşma, eserinden veya üretiminden haberdar olmama, bir anlamda “delirme/deli olma” demektir. Nitekim yabancılaşma için kullanılan İngilizce “alienation” kelimesi, “delirme” mânâsını da bünyesinde barındırmaktadır. Zira deli olanlar ve insan dışı varlıklar, yaptıklarının muhtevâsını bilmezler.

Eserine yabancı olmayan veya konumunun farkında olan yegâne varlık insandır. Bundan da öte insan bir taraftan içinde bulunduğu ortama uyum sağlarken, öte yandan bulunduğu ortamı kendisine göre uyarlamayı/tanzim etmeyi de becerebilendir. Bunun yanı sıra, hiç bir varlık olayların sebep ve sonuçlarını tespit edip, algılayıp, anlayıp, anlamlandıramazken, sadece ve sadece insan, olayların sebep ve sonuçlarını algılayıp, anlayıp, anlamlandırabilir. Bunun tabii neticesi olarak da, sonucundan rahatsız olduğu bir olayın sebebine veya sebeplerine etki ederek, âkibeti üzerinde etkin/müessir olur. Bunun bir adım sonrasında da insanın yaratıcılığının gündeme gelmesi bahis mevzu olacaktır.

Dünyada icat edilen ve insanın yaratıcılığının sonucu keşfedilen nice yeni şeyler olduğu bir vâkıadır. Meselâ, yazının icâdı, medeniyetlerin ve kültürlerin inşâsı, sanatın ihdâsı bunlardan bazıları olarak ifade edilebilir. Yâni, insan dışı hangi bir varlık sâhip olduklarını yetersiz görüp, eksiklerini giderme gayreti içinde olmuştur. Meselâ sesini yetersiz görüp “hoparlörü” icat etmesi veya sesini ötelere duyuramadığını görüp “telefonu” icat etmesi gibi…

Yukarda yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere, KALEM EĞİTİM KURUMLARI olarak bizim eğitim anlayışımızda, insan ile hayvan arasında “bir derece değil, mahiyet/kapsam/içerik farkı” vardır. Bu anlayışımızı, “insan varlıkların en üstünüdür”şeklinde de ifade edebiliriz. İnsan varlıkların en üstünüdür demekle, insanla diğer varlıklar arasında muhteva farkı olduğunu ifade etmenin yanında, kâinattaki bütün varlıkların insan için var olduğunu ve insana hizmet ettiğini de vurgulamış olmaktayız.

Dünyadaki bütün varlıkların “en üstünü” insandır ve kâinattaki bütün varlıklar “insana hizmet” için vardır, ama bunun yanı sıra, "iyi yönde ve aynı zamanda iyi nitelikte eğitilmemiş" insan, kendinde var olan bu "üstün kuvvet ve kudreti" ile, varlıkların “en vahşisi” ve tabiatı "tahrip eden" yegâne varlık olabilmektedir.

Günümüzde; birinci ve ikinci dünya savaşları ile ideolojik kavgaların sonucunda yüz binlerce, hatta "milyonlarca insanın öldürülmesi, denizlerin, havanın, toprağın kirletilmesi,tabiatın tahrip edilmesi" v.s., hep “iyi eğitilmemiş” insanın, yâni “ihtiraslarının esiri olmuş”insanın eseridir demek, yanlış olmasa gerek.

İyi yönde ve iyi nitelikte eğitilmiş insandan gayemiz, “olgun insan/iyi insan”dır. O hâlde, eğitimde en uzak hedef veya son nokta/nihâî hedef “iyi insan yetiştirmek” olmalıdır. Maalesef, günümüz eğitiminde nihâî hedef olarak, “iyi vatandaş yetiştirme” esas alınmaktadır. Bilindiği gibi, iyi vatandaş; "kanunlara saygılı, vergisini veren ve askerliğini yapan" kimse olarak tanımlanmaktadır.

Burada hemen şunu da belirtmeliyiz ki; insanlar çoğu kere son hedeflerine varamayabilirler. Nihâî hedef iyi vatandaş yetiştirmek olursa; o takdirde bu, çoğu kere, "iyi vatandaş yetiştirilemeyeceği" anlamına da gelebilir.

Nitekim, bugün eğer "hapishaneler ağzına kadar dolmuş, mahkemeler davaları yetiştiremez olmuş ve adlî tıp kurumu, mesela cinsel taciz olayları ile ilgili konular için en az iki ay sonrasına gün verir konuma gelmiş, kürtaj olma ve uyuşturucu kullanma yaşı erinlik dönemine kadar inmiş ise", bunların sebeplerinden birisinin de, eğitimde en son hedefin iyi vatandaş yetiştirme olarak belirlenmesi olduğunu söyleyebiliriz.

O hâlde, ilk ve âcil olarak, eğitimde nihâî hedefin "iyi vatandaş" yetiştirme olmasından öte, "iyi insan yetiştirme" olarak belirlenmesi gerekmektedir diyebiliriz. Bilindiği üzere, "her iyi insan aynı zamanda iyi bir vatandaştır ama, her iyi vatandaş aynı zamanda iyi bir insan olamayabilir." O hâlde, "kimdir iyi insan?"

"İyi insan"ı anlatabilmek, bu yazının çok ötesinde bir vakıadır. Ancak bu noktada, "iyi insana ait" birkaç cümle söylemek ve bazı "örnekler" vermek de, pek tabii kabildir.

İyi insan"eli ve dili ile hiçbir varlığa zarar vermeyen"dir.

Tabiata "hükmetmeye" çalışan değil, "doğa ile uyum içinde yaşamaya" çalışandır. Evrende "var olan" her şeyi, sadece "nesnel yönü" ile görmeyip, "ondaki hikmetleri"de araştırandır. Kâinattaki her şeyin bize emanet olarak verildiğinin bilincinde olup, onları veriliş gayesi istikametinde kullanmaya çalışandır. Tabiatta var olan her şeyin hakkına, hukukuna riayet edendir. Kendisi "zarar" görecek olsa da "adaletten ayrılmayan"dır. Her türlü riske rağmen iyinin, güzelin, doğrunun yanında yer alabilendir. "Arzu ve ihtiraslarına esir olmayan"dır."Kendisi için istediğini başkası için de" isteyendir. Aynı zamanda, "kendisi için istemediğini başkası için de" istemeyendir. Nesnel yönü kadar "öznel yönüne" de önem verendir. Zira biz biliyoruz ki, insanlık adına sahip olduğumuz "erdemlerimiz", nesnel yönümüzden ziyade "öznel" yönümüzle mümkündür. Niceliksel özelliklerimizle birlikte, bizi asıl "biz" yapan "niteliksel" vasıflarımızdır.

Özetle, “iyi insan, günümüze kadar insanlığın çok acı tecrübelerle elde ettiği bütün insânî erdemleri öğrenen, öğreten, yaşayan veya en azından yaşamaya gayret edendir” şeklinde ifade edebiliriz. Burada özellikle "değer"den öte "erdem" kelimesinin kullanılmış olmasına da dikkat çekmek isteriz.